Özgürlük mü, güvenlik mi?
Özgürce bir soru fakat kısıtla beklenen yanıt.
Ya ikisi de değilse.
Sorulan sorudan beklenen yanıta, aynı sonuca ulaştıracak başka bir soru ve dolayısı ile alınacak yanıtlar da olabilir mi?
Yoksa özgürlük bireyin kendisi için değil, karşı tarafa bir hediyesi mi?
Bireysel yaklaşımlar ile toplumsal algılar arasında akıl, çıkar, beceri, ruhsal, bedensel yaşam alanı farklılıkları sonucu mu kavramlar karışmaya başlamaktadır?
Yoksa tam olarak anlaşılamamaktan mı?
Prof. Dr. Ejder Yılmaz, Hukuk Sözlüğünde özgürlüğü şu şekilde tanımlamış:
Özgürlük; ‘bireyin başkasına zarar vermeden istediği gibi davranması.
TDK Sözlüğünde ise özgürlük;
- Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu.
- Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu.
TDK Sözlüğünde güven sözcüğü de şöyle tanımlanmıştır:
Güven; korku, çekinme ve kuşku duymadan inanma ve bağlanma duygusu.
Bu durumlara göre; Pırıl pırıl gökyüzü altında, turkuaz renkli denizlerin kıyısında bolca ve leziz yiyecekleri olan insan için, özgürlüğünün dayanılmaz tadını çıkartıyor. Diyebilir miyiz?
Peki gerçekten özgürlük nedir?
Elle tutulur, gözle görülür, satın alınır, eskidikçe yenisi ile değiştirilir, ha bire tüketilir, tüketildikçe de bireyi özgürleştiren bir şey.
Diyebilir miyiz ?
Örneğin sözlük anlamına göre başkasına zarar vermeden bireyin istediği gibi davranması özgürlükse; Pazarda tezgahtarın domateslerini mıncıklayarak seçmek, doğal ortamlarını talan ederek sonsuza dek türlerini yok ettiğimiz ve yok etmeye de devam ettiğimiz canlı soylarının tüketilmesi de özgürlüklerimiz içerisinde midir?
Ya da bireyin başkasına zarar vermeden, herhangi bir kısıtlamaya, herhangi bir şarta bağlı olmadan istediği gibi davranması Özgürlük ise, o zaman nasıl oluyor insanlık tarihi kadar eski bu tartışma halen devam edebiliyor!
Varoluşumuzdan beri bir türlü tam olarak anlaşılamayan kavram; Özgürlük.
Bireysel kısıtlarımızdan, toplumsal kısıtlara, soyutlanmalara, tecritlere ve hatta soykırım ile yok edişlere kadar giden bir sürecin içerisinde kalan Özgürlük en nihayetinde kutsal ve yaradılışın kökeni kadar kuvvetli bir kavram haline getirilerek sadece insanımsılara tanınmış bir hak gibi görülmeye, anlaşılmaya mı başlanıyor?
Yoksa başı derde girenin sığındığı gizemli bir liman mı oluyor!
Doğarak gelmeyi bile özgürce talep etmediğimiz bu dünyaya, cinsiyetimizin fiziksel şekillenişine aldırmadan içsel dürtülerin ve belki de yanlış imalatın sonucunda özgürce davranmak isteyen bireyler, kendi iç dünyalarında daha özgürlüklerine kavuşamadan toplumsal alanda nasıl özgür olabilecekler acaba?
Gerçekten özgürlük teknik tanımlarda yazılan gibi bireyin davranışlarında mı gizli? Yoksa zihnin de mi gizli?
Anne sütüne muhtaç iken “canım beslenmek istemiyor” diyebilir miyiz?
Okula gitmek istemiyorum, sınava çalışmak istemiyorum, kırmızıyı çok seviyor ve kırmızı ışıkta geçmek istiyorum diyebilir miyiz!
Elbette ki deriz.
Ama bunları hayata geçiremeyiz.
Bizim özgürlüğümüz aslında başkaları ile sosyal yaşamda birlikteliğimizi riske ediyor, rahatsız ediyor ve zarara uğratıyorsa kısıtlanır, kesilir. Farklı kalıba giriyorsa o zaman bu davranış biçimleri bizim özgürce yapmayı planladığımız isteklerimizi karşılayamıyor durumunda kalır. Bu durum da; özgürlüğün tanımı ve açılımların da eksikliği olduğunu düşündürmez mi!
Özgürlük için, daha çok soyut bir düşünce biçimi diyebilir miyiz?
Bu teze karşı yukarıdaki varsayımlardan yola çıkarak:
“Okula gitmek istemiyorum, sınava çalışmak istemiyorum, kırmızıyı çok seviyor ve kırmızı ışıkta geçmek istiyorum?” bunların hepsi düşüncede kaldığı sürece bizim özgürlüğümüze bir zeval gelmeyecektir diyebileceksek o zaman özgürlük aslında düşsel bir yolculuktur denilemez mi?
O zaman bahsetmek istediğimiz özgürlük hangisi ya da nasıl bir şey?
Bireysel kültür ile o bireylerden oluşan toplumların bireysel kültürden farklılaşmaları, farklılıkları nasıl açıklanabilir? İnsanın daha doğrusu nefes alan her canlının ilkel benliğinde yer alan varoluşunda ki gizem diye de yanıt verebiliriz sanırım.
Kültürden ziyade davranışsal kalıplar ile şekillenen özgürlük ve güvenlik beklentileri özgürce de karıştırılıyor olabilir mi bu durumda.
Toplum içinde de birey kendi özgür iradesi dışında topluma uyum ve var olabilme dürtüleri ile taşıdığı kültürden farklı davranış kalıpları sergileyebiliyorsa bu da literatürdeki özgürlük açıklamaları ile çelişiyorsa gerçekten özgürlük nedir?
İçinde yaşadığımız dünya ve insanımsıların davranışlarındaki çelişki ile birlikte, Nazım Hikmet’in de dizelerinde vurguladığı gibi özgürlüğü dar bir kalıba mı sokmaya çalışıyoruz yoksa kalıbı özgürlüğe mi uydurmaya çalışıyoruz, biraz karışık gibi.
“Doğrultup belimizi kalktığımızdan beri iki ayak üstüne,
Kolumuzu uzunlaştırdığımızdan beri bir lobut boyu
Ve taşı yonttuğumuzdan beri
Yıkan da, yaratan da biziz,
Yıkan da yaratan da biziz bu güzelim, bu yaşanası dünyada.
Arkamızda kalan yollarda ayak izlerimiz kanlı,
Arkamızda kalan yollarda ulu uyumları aklımızın, ellerimizin, yüreğimizin,
Toprakta, taşta, tunçta, tuvalde, çelikte ve pilastikde.
Kanlı ayak izlerimiz mi önümüzdeki yollarda duran?
Bir cehennem çıkmazında mı sona erecek önümüzdeki yollar?
…
Özgürlük; başkalarının iradesi ile bizim alanımızın belirlendiği somut bir yaklaşımın soyut halde kendi iç dünyamızda ki çatışmaları ile devam ettirilmesi isteğidir.
Sonuç:
Anayasamızda müteaddit maddelerde belirtilen “özgürlük” ve “güven” içerikli maddeler, aslında “Toplumsal bir mutabakatın, bir arada yaşama kültürü oluşturmanın maddelerinden başka bir şey değildir.
Özgürlük, aslında içi tam doldurulmamış, anlamsal bütünlüğü evrensel bir şekilde yorumlanmamış ve yoruma oldukça açık bir sözcüktür bence.
Özgürlük bir tercih meselesi değildir.
Özgürlük bireylerin ortak yaşamda birbirleri ile olan ilişkilerinde sınırlamalar getiren, keskin kuralları olan ve kişileri kısıtlayan kısaca akıl denilenin yapma ya da yap dediğini yaptıran bir davranış dürtüsünün sonucudur.
Elbette ki, zihnimizde canlandırdığımız her ne var ise orası bizim gerçekten kelime anlamı ile özgür/serbest olan alanımızdır.
Yani özgürlük denilen şey akıl ile yoğrulmaya başlandığı andan itibaren anlamını yitirmiştir.
Kısacası, yalın doğaya göre “Özgürlük” anladığımız şekilde kullandığımız doğru bir kavram ve yaklaşım değildir.
Özgürlük soyut bir kavramdır. Kişiye göre de değişebilir. Evdeki davranışlarımız farklı sokakta farklı işte, okulda ki farklıdır.
Örneğin kıyafet tercihlerimiz.
Evimizde kıyafetsiz dolaşabilecek iken işte, okulda, sokakta bunu yapamaz ve özgürlüğümüzü kendimiz kısıtlarız.
Sosyalleşen insanoğlu önce yırtıcı canlılara karşı sonra da kendi cinsinden yarattığı düşmanına karşı birlikte hareket ederek korunabileceğini öğrendikten sonra Devlet denilen sistemi icat etmiş ve bugünlere kadarda geliştirerek getirmiştir.
Özgürlük soyut, güvenlik ise somut bir yaklaşımdır.
Özgürlük ve Güven ilişkisini kurgulayacak olursak;
Güven aslında sadece özgürlüğün değil kısıtlı olmanın da bir güvencesidir. Yani güvenlik özgür olmanın da kısıtlı olmanın da en büyük destekçisi, işbirlikçisi ortak noktası, organik bağlısıdır belki de nikahlı eşidir.
Özgürlük, insanlar için aklen sergileyecekleri davranış biçimlerinin hayat bulması ya da düşün gücünde kalması ise, güvenlik bunların iradeyle ya da ifadeyle hayat bulmasındaki en büyük yardımcı aracıdır.
Elbette sadece özgürlüğün eyleme dönüşümündeki amacı da değildir.
Onların ortaya çıkmasına da vesile olan, ortam yaratan aracılık da yapanıdır.
Yani bir anlamda özgür iradenin olabilmesi için güven ortamı şarttır.
Birey kendini güvende hissetmez ise özgürce düşün ya da davranışsal edimlerini sergileyemez.
Her iki kavramda insanoğlunu derinden etkileyen ve yoklukları halinde ciddi kaotik süreçlere sürüklenerek binlerce, milyonlarca kişiyi yok eden sonuçlar üreten kavramlardır.
Bakınız; özgürlük ve güven döngüsünü özellikle ekonomik gerekçeler ile şekillendirerek daha özgür bir ülke, daha özgür bir Avrupa daha güvenli bir dünya düzeni vaadi ile ortaya çıkıp ne özgürlükten ne de güvenden eser bırakmayan 2 nci dünya savaşının acı tablosuna.
Bu özgür düşünce ve güven ortamın da yeşeren Nazizm sonucu 60 milyondan fazla insan hayatını kaybetmiştir.
Benzer şekillerde sözde özgürlüklere, insani olmayan güvenlik yaklaşımları ile halen inanılmaz dramlar yaşatan özgür ve güvenli ülkeler ile aynı Dünya’da birlikte yaşıyoruz.
Bakınız İsrail – Filistin savaşı, Suriye, Libya, Irak yakın coğrafyamızda özgürleşen ülkelerde ki güven ve özgürlük ilişkileri ve Dünya’nın birçok noktasındaki arayışlara.
Bu açıklamalar çerçevesinde de toplumsal özgürlük ve güven konusuna bireysel özgürlük ve güven konusundan ayrı anlamlar yükleniyor gibi olsa da “özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diye; özgürlük ve güvenin bir yaşam biçimi olmasının çok daha değerli olduğunu da Mustafa Kemal ATATÜRK sayesinde öğreniyoruz.
Özgürlük ve Güven şayet Barış ile harmanlanırsa kelime anlamlarına uygun doğru çağrışımlar daha iyi anlaşılır hale gelecektir diye de düşünüyorum.
Barışın olmadığı yerde ne özgürlükten ne de güvenlikten bahsedilemeyeceğinin altını çizerek, içerisinde özgürlük, güvenlik ve barışı barındıran bir şiir ile yazıma son veriyorum.
“Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış.
Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış.
Akşam alacasında, gözlerinde ferah bir gülümseyişle döner ya baba
elinde yemiş dolu bir sepet;
ve serinlesin diye su, pencere önüne konmuş toprak bir testi gibi
ter damlalarıyla alnında...
barış budur işte…” / Yannis Ritso
Vahdi SARIKAYA