Ne ara bu hale geldik? Ne zaman bu kadar gözümüz karardı da hem doğayı hem de kendi vicdanımızı yakar olduk? İzmir’in dört bir yanından dumanlar yükseliyor. Seferihisar, Menderes, Ödemiş, Gaziemir, Buca Çeşme… Her yeni gün başka bir yer yanıyor, başka bir can feryat ediyor. Ama farkında mısın? Bu sadece bir yangın değil. Bu, kolektif bir tükenişin, bir çöküşün yangını.
Kendimize kıyıyoruz. Üstelik bunu silahla, bıçakla değil; duyarsızlıkla, açgözlülükle, ihmal ve umursamazlıkla yapıyoruz.
DOĞA YANIYOR, BİZ İZLİYORUZ
Ağaçlar cayır cayır yanarken, gökyüzü dumandan kararırken, biz hâlâ klimalı evlerimizde rahat koltuklarımızdan izliyoruz. Sosyal medyada birkaç story, birkaç isyan cümlesiyle vicdanımızı rahatlatıyoruz. Oysa orada, o dumanın altında yalnızca ağaçlar değil; milyonlarca canlı, kurduyla kuşuyla, böceğiyle, toprağıyla, yaşamıyla yok oluyor.
Ormanlar yalnızca yeşillik değil; ormanlar bizim nefesimizdi. Şimdi her yangında, bir parçamız daha soluyor. Ve biz buna alışıyoruz. En korkuncu da bu zaten: Alışıyoruz.
Sadece doğa yanmıyor; insan da yanıyor. Fiziksel olarak tükeniyoruz çünkü zehirli hava soluyoruz, çünkü yaz ortasında kış gibi üşüyoruz vicdansızlıktan. Ruhsal olarak yanıyoruz çünkü hiçbir şey yapamamanın çaresizliği içimizi yakıyor. Ya da daha kötüsü: Bir şey yapmaya gerek bile duymuyoruz.
Her alev yükseldiğinde, içeride bir şey kopuyor ama adını koyamıyoruz. Bu yıkımın sorumlusu biziz ama sanki dışarıdan olmuş gibi davranıyoruz. İnsan hem kendi evini yakar mı? Hem kendi geleceğini ateşe verir mi?
Dinden konuşuyoruz, kutsal olandan, yaradandan, yaratılmış her şeyin kutsallığından… Ama kuş yandığında, karınca kavrulduğunda, ağaç çığlık attığında susuyoruz. Ahlaktan bahsediyoruz ama çakmakla kuru otu tutuştururken bir an bile durup düşünmüyoruz. Din, vicdan, ahlak; hepsi artık raflarda unutulmuş tozlu kitaplar gibi. Görünürde var, içimizde yok.
BİZ BU DÜNYANIN SAHİBİ DEĞİLİZ
Yanlış olan en büyük inanç belki de buydu: Bu dünyanın sahibi olduğumuzu sandık. Oysa biz sadece misafirdik. Ve iyi bir misafir olamadık. Gittiğimiz her yere zarar verdik, her şeyi kontrol etmeye çalıştık, ama en önemlisini unuttuk: Doğanın bir dengesi vardı. Şimdi o dengeyi bozduk ve doğa artık sessiz kalmıyor.
Bu yangınlar sadece fiziksel değil, bu yangın bir uyarı. Bir çağrı. “Durun artık!” diyen bir çığlık. Ama biz o çığlığı bile duyamayacak kadar kendi gürültümüzde kaybolduk.
Bu yazıyı yazmak kolay değil. Çünkü her kelime bir is, her cümle bir yanık kokusu taşıyor. Her satırda yanan bir canın, yok olan bir doğa parçasının ağırlığı var. Ama yine de yazmalıyız. Çünkü unutursak, sıradaki yangın sadece bir ormanı değil; bizi de tamamen yok eder.
Şimdi kendimize şu soruyu sorma zamanı:
Bu yangınları sadece rüzgar mı büyütüyor, yoksa bizim vurdumduymazlığımız mı?
Belki de en büyük yangın dışarıda değil, içimizde yanıyor. Ve onu söndürebilecek tek şey, hâlâ içimizde bir yerlerde canlı kalmış vicdanın son kıvılcımı.