Bazen susmak ister insan. Bu, bilmediğinden değil; aksine bilip de yorulduğundandır. Susar, çünkü susmak iyi gelir; etrafı izlemek, iç dünyasına dönmek huzur verir. Artık ne televizyona bakası gelir insanın, ne kalabalık ortamlarda bulunası. Olabildiğince yalnız, sakin ve sessiz bir yaşamın en iyisi olduğunu düşünürüz.
Gündem o kadar hızlı değişiyor ki artık her söylenene, “Evet, sen de haklısın,” deme noktasına geliyoruz. Doğrunun ne olduğu tartışılır hale gelmiş durumda. Bir zamanlar oy verip haklarımızı savunacağını düşündüğümüz insanlar, kendi çıkarlarına yönelmiş. Bunu kabullenmek bile bir aşama, çünkü kabullenmekten başka çare kalmıyor.
Toplumun geldiği nokta ise daha da düşündürücü. Eskiden mahalle kültürü, komşuluk vardı; şimdi ise herkes kendi küçük dünyasını oluşturuyor. Adalet ise artık sadece bir kelime. Gerçek suçluların ceza alıp almadığına dair büyük bir şüphe var.
Geçtiğimiz günlerde bir telefon aldım; bir vatandaş, dükkânına hırsız girdiğini ve bu şahsın 200’ün üzerinde suç kaydı olduğunu söyledi. Ama işin trajik kısmı şu: Hırsız %68 engelli raporu olduğu için herhangi bir işlem yapılamıyormuş. Vatandaş, “Eğer bana zarar verse ya da ben ona zarar versem, suçlu ben mi olacağım?” diye soruyor. Cevap yok.
Başka bir olayda, sokakta sakin sakin yürürken birisi size tekme tokat saldırıyor ve savunması, “Eski sevgilime benzettim,” oluyor. Sonuç? Serbest bırakılıyor. Ya da trafikte bir kadın olarak taciz ediliyorsunuz, şikayet ediyorsunuz, ama yine çözüm yok. Adalet, maalesef yok.
Her gün insanların hayatına mal olan kazalar, yangınlar, ihmaller… Bir çukura düşüp yaralanabilirsiniz, elektrik çarpabilir ya da yangında can verebilirsiniz. Ama ne yazık ki insan hayatı bu kadar ucuz bu topraklarda.
Gerçek adalet, hak, özgürlük ve bireyin kendini savunma hakkı bu ülkede ne kadar mümkün? Çok konuşanın gözden çıkarıldığı, çıkar ve menfaatler uğruna adaletin yok sayıldığı bir düzen içinde yaşıyoruz. Peki, bu durumda ne yapmalı? Olan biteni izleyip susanlardan mı olacağız, yoksa kendi adaletimizi kendimiz mi sağlayacağız?
En çok da gelecek nesilleri düşünüyorum. Çocuklarımızı nasıl eğitmeliyiz? Hangi değerleri öğreteceğiz? Bir insan vefat ettiğinde saygı göstermesi gerektiğini mi, yoksa alay ederek vicdansızca davranmayı mı? Yangından sağ çıkamayan bir ailenin acısını yaşayamadan, onları arayıp dalga geçen insanların yetiştiği bir toplumda hangi ahlaktan, hangi vicdandan bahsedeceğiz?
Ne ara biz bu kadar yozlaştık? Ne ara birbirimizi küçümsemeye, acır gibi konuşmaya başladık? Mütevazılığı, empatiyi ne zaman kaybettik?
Sorular çok, cevaplar ise yok. Sustuklarımız içimizde büyürken, belki de artık susmayı değil, konuşmayı öğrenmemiz gerekiyor. Ama bu da hangi bedel karşılığında olacak, işte bu en büyük soru.