Yoğun gündemler arasında kolayca gözden kaçabilecek bir konu olduğunu düşündüğüm için, üzerine daha fazla araştırma yapıp sizlerle paylaşmak istedim. Son 30 yılda ülkemiz Türkiye ile soykırımcı devlet İsrail arasındaki ilişkilerde çok büyük bir öneme sahip bir olayı, geçtiğimiz günlerde İsrail Başbakanı istemeden ağzından kaçırdı veya isteyerek. Gelin bunu detaylı bir şekilde inceleyelim:
Geçtiğimiz günlerde İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun gündeme getirdiği Siloam Yazıtı meselesi, tarih ile siyasetin kesiştiği nadir örneklerden biri olarak yeniden gündeme taşındı. Kudüs’te bulunan bu yazıt, yalnızca arkeolojik bir eser olmanın ötesinde, medeniyetin suyla, yönetimle ve kamu hayatıyla kurduğu ilişkinin sembolü olarak değerlendirilebilir. Ancak konu, salt tarihî bir belge olmaktan çıkarak diplomatik bir tartışmaya dönüşmüş durumda.
Netanyahu, Türkiye’nin Siloam Yazıtı’nı iade etmediğini dile getirirken, bu kararın arkasında siyasi sebepler olduğunu öne sürdü. İddiaya göre dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz, dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yükselişi ve dönemin siyasi atmosferi nedeniyle bu adımın toplumda tepki doğuracağını belirtmişti.
Buradaki mesele, yalnızca bir taşın hangi müzede sergileneceği değil; kültürel miras, siyaset ve kimlik politikalarının kesiştiği bir alan olarak önem kazanıyor.
M.Ö. 8. yüzyıla tarihlenen Siloam Yazıtı, Kudüs’te Gihon kaynağından Siloam Havuzu’na ulaşan tünelin kazı sürecini anlatır. Yazıt, iki işçi grubunun karşılıklı kazı yaparak ortada buluştuğunu kaydeder ve bu, dönemin mühendislik zekâsını, organizasyon kabiliyetini ve toplumun koordinasyon yeteneğini gözler önüne serer. Sadece bir inşaat hikâyesi değil; aynı zamanda bir medeniyetin planlama, koordinasyon ve kamu yönetimi becerisinin ilk belgelerinden biri olarak kabul edilebilir.
Tarih boyunca medeniyetler, yalnızca taş veya yapı inşa ederek değil, aynı zamanda toplumsal düzeni ve kaynak yönetimini organize ederek güç kazanmışlardır. Siloam Yazıtı, bu açıdan geçmişin sadece bir arkeolojik kayıt olmadığını, toplumların suya erişim ve kaynak yönetimi konusunda ne denli stratejik düşündüğünü gösterir.
Su, her dönemde yaşamın ve güvenliğin merkezi olmuştur. Antik Kudüs’te suya erişim, kentin ayakta kalmasının ve güvenliğinin teminatıydı. Günümüzde ise suyun stratejik değeri, uluslararası ilişkiler ve iç siyaset açısından hâlâ belirleyici bir faktördür. Siloam Yazıtı, geçmişle günümüz arasındaki bu sürekliliği, tarihin bugünü aydınlatan bir unsur olarak ortaya koyar.
Siloam Yazıtı üzerinden yürütülen tartışmalar, tarih ve kültürel mirasın siyasette nasıl bir araç olarak kullanılabileceğini de ortaya koyar. İsrail’in yazıt üzerindeki talepleri tarihî bir hak iddiası olarak sunulurken, Türkiye’nin tavrı ulusal miras ve diplomatik denge perspektifinden okunmalıdır. Cumhurbaşkanımız 'ın net tavrı, yalnızca bir eserin korunmasıyla ilgili bir refleks değil; aynı zamanda devletin tarih ve kültürel miras üzerindeki egemenliğini teyit eden bir duruştur.
Burada vurgulanması gereken bir diğer husus, Kudüs’ün tarihsel ve kültürel olarak Müslümanlara ait bir şehir olduğudur. Kudüs, Selahaddin Eyyubi döneminden itibaren Müslümanların kontrolünde olmuş ve Osmanlı Devleti hakimiyeti altında 401 yıl boyunca şehrin güvenliği, düzeni ve dini mirası Türkler tarafından korunmuştur. Türkler, Kudüs’teki vakıf, cami ve dini yapıların bakımında aktif rol almış; şehirdeki kültürel ve toplumsal yapının sürekliliğini sağlamışlardır. Bu tarihî gerçekler, sözde “Kudüs İsrail’in” iddialarını geçersiz kılar ve Siloam Yazıtı üzerinden yapılan hak iddialarının siyasi söylemlerden öteye gitmediğini gösterir.
Kültürel miras, çoğu zaman uluslararası ilişkilerde semboller üzerinden araçsallaştırılır. Tarihî eserler, diplomatik söylemlerin, ulusal kimlik inşasının ve güç mücadelesinin merkezinde yer alır. Siloam Yazıtı örneğinde olduğu gibi, bir taşın hangi ülkede sergileneceği, sadece fiziksel bir mesele değil; aynı zamanda tarih yorumları ve siyasi hesapların bir parçası hâline gelir.
Kültürel Miras ve Gelecek Perspektifi
Bir taşın üzerinde kazılı satırlar, yalnızca geçmişi anlatmaz; günümüz ve gelecek için de mesaj taşır. Siloam Yazıtı, medeniyetin sürekliliğini ve toplumların kendi tarihine sahip çıkmasının önemini vurgular. Kültürel miras, bir toplumun kimliğini, hafızasını ve değerlerini şekillendiren temel unsurlardan biridir. Taşın iadesi veya korunmasıyla ilgili kararlar, yalnızca diplomatik tercihleri değil; aynı zamanda bir milletin geçmişle kurduğu bağı ve geleceğe yönelik duruşunu da gösterir.
Siyaset ve diplomasi çoğu zaman semboller üzerinden yürür. Siloam Yazıtı da bugün bu sembollerden biridir. Taşın ardındaki hikâye, bir medeniyetin örgütlenme yeteneğini, geçmişle kurulan bağı ve ulusal hafızayı gözler önüne serer. Günümüz tartışmaları, taşın fiziksel konumu kadar, temsil ettiği değerlerin korunup korunmadığını da sorgulamaya yönlendirir.
Siloam Yazıtı, binlerce yıl önce kazılan bir tüneli ve işçilerin buluşmasını anlatırken, tarihin siyasetten bağımsız olmadığını gösterir. Taş, geçmişin bir parçası olduğu kadar, günümüzün diplomatik ve kültürel meselelerini de yansıtır.
Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ’ın net tavrı ve İsrail’in iddiaları, taşın tarihî önemini siyasetin gündemine taşıdığı gibi, kültürel mirasın değerini ve tartışmalı doğasını da ortaya koyar.
Taşın sessiz satırları, tarihin ve siyasetin kesiştiği noktada güçlü bir mesaj verir: Geçmişin korunması, yalnızca tarih için değil; kimlik, diplomasi ve kültürel egemenlik için de vazgeçilmezdir. Siloam Yazıtı, bize hatırlatır ki, taşlar sadece geçmişin değil, aynı zamanda toplumların ve devletlerin bugünkü duruşunun da sessiz tanıklarıdır.














